Her yer olsun Finlandiya.


8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun.

Her sene kadına şiddetin daha da arttığı bir ülkede kadınların bu günü bayram gibi kutlaması kolay değil elbet.

Emekçi Kadınların Günü. Orijinal ismi böyle imiş. 8 Mart 1857’de New York’da tekstil fabrikalarında çalışan 40 bin işçinin kötü çalışma koşullarına ve düşük ücrete karşı başlattığı grev, polisin saldırısıyla kanlı bitmiş. Saldırı sırasında çıkan yangında çoğu kadın 129 işçi can vermiş. 1910’da 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısında, Almanya Sosyal Demokrat Parti önderlerinden Clara Zetkin, bu yangında yaşamını yitiren 129 kadın işçi anısına 8 Mart gününün Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanmasını önermiş ve oy birliği ile kabul edilmiş.

1977’de UNESCO’nun 8 Mart’ı Dünya Kadınlar Günü olarak açıklamasından bu yana dünyanın her yerinde Kadınlar Günü olarak kutlanıyor. 8 Mart sadece kadınları hatırlamaya değil, kadın hakları, kadın-erkek eşitsizliği ve kadına karşı şiddet gibi sorunların da tartışılmasına vesile oluyor. Dünyada kadınların yüzyıldır yürüttüğü özgürleşme mücadelesinin anıldığı ve kadınların güncel taleplerinin ifade edildiği bir gün olarak kutlanıyor.

Türkiye’de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında “Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanmaya başlanmış. 1980 Askeri Darbesi’nden sonra dört yıl süreyle kutlama yapılmamış. 1984’ten itibaren “Dünya Kadınlar Günü” olarak kutlanıyor.

Kazakistan’da süt fabrikasını devreye alırken tanışmıştım bu bayram ile. Bayram gibi kutlanmasını anlayamadım ilk başta. Ne kadar büyük olay olduğunu görünce, araştırdım, öğrendim. O yıllarda Doğu Avrupa denen eski sosyalist rejimde işgücünde çalışan kadın sayısı erkek sayısından fazla olurdu. Çoğunluğun bayramı idi yani. Orada New York’taki yangın değil başka bir hikaye anlatılıyordu orijini ile ilgili.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1917’de Rus emekçi kadınlar “Ekmek ve barış istiyoruz” sloganlarıyla sokaklara çıkmış ve eylemlerin dördüncü gününde Rus Çarı tahttan indirilmiş. Kurulan geçici hükümet ise kadınlara seçme hakkı tanımış. Rusya’daki kadın eylemlerinin başlangıcı, Jülyen takvimine göre 23 Şubat’mış lakin Miladi takvimde bu tarih 8 Mart’a denk geldiği için 8 Mart olarak belirlendiğini anlatırlar.

….

Kadın hakları konusunda konuşurken çok dikkatli olunması gerektiğini öğretti hayat bana.

Kadına şiddet konusu bireysel bazda karşı olmak ve bu alanda çalışan kadın örgütlerine destek vermekten fazla bir şey yapabildiğim bir başlık değil. Siyasetçiler ve hakimler büyük bir çoğunlukla erkekler ve zalim erkekleri, katil erkekleri koruyorlar. Kanunlar ile, mahkemeler ile. Minare kılıfına hep uyduruluyor.

Kadınlar açısından önemli olduğunu ve daha çok kadını etkilediğini düşündüğüm bir konuda düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Kadının iş hayatında yönetim kademelerine yükselmesi ve tepede sayısal eşitliğin sağlanması.

35 yıl boyunca yöneticilik yaptığım yerlerde kadın yöneticilerin yetişmesi ve gerekirse pozitif ayrımcılık yapılarak bu görevlere gelmeleri için çabaladım. Sonuç olarak en son üst düzey yöneticiliğim döneminde bana bağlı 12 yöneticinin 8’i kadındı. Bunların üçü bugün kendi işlerini kurdu, girişimci olarak devam ediyorlar. Gurur verici ancak kadınların girişimci olarak becerileri ve vizyonları sınır tanımazken yönetici olarak önlerinin kapalı olması bizim neslin erkeklerinin bir ayıbı olmaya devam ediyor. 

İşe başladığım 80’lerde büyük şirketlerde kadın üst düzey yönetici çok nadirdi. Yönetim kurullarında da patronların eşleri ve kızları haricinde kadın pek görmezdik.

Hizmet sektörünün gelişmesi bilhassa finansal hizmetler ve denetim/danışmanlık firmalarının büyümesi kadınlara büyük fırsat verdi.

Tekfen’de çalışırken Tekfenbank (bugünkü Burganbank) kurulmuştu ve ilk genel müdürü Mehmet Erten 3 kadın genel müdür yardımcısı belirleyince sektörde epey ses getirmişti. Üst düzey yöneticilerin kadın olması bizim için o kadar da garip değildi çünkü gurubun önemli şirketlerinden Toros’un genel müdürü de bir kadındı. Esin Mete Gökan sadece bizim gurup içinde değil dünya kimyasal gübre sektöründe saygın bir yönetici olarak çok uzun yıllar görev yaptı.  

O yıllarda kadın banka genel müdürü yoktu henüz. O kapıyı da ilk Piraye Antika açtı sanırım. Piraye’den sonra banka genel müdürlüğü yapan kadın sayısı yanılmıyorsam 10’a yaklaştı. Bu dalganın yükselmesinin sonucunda yurtdışında bankalarda çok üst düzeyde Türk kadın yöneticiler var.  

Bu haftaki EKONOMİST dergisinin kapağında 50 güçlü kadın CEO var. Hizmet sektörü, perakende, reklam iletişim, gıda-içecek banka dışı finans sektörü..her sektörde kadın CEO görmek mümkün artık. Erkeklere kıyasla ne büyük mücadele verdiklerini ne büyük önyargı duvarlarını aştıklarını tahmin edebiliyorum. Dışarıdaki gelişmeler buraya da yansıyor. Pepsi dünya örgütünün başına bir kadın geliyor. Bir kaç yıl sonra Türkiye’de de bir kadının CEO olma şansı açılıyor. Bu hafta ABD’de Citibank CEO’usunun bir kadın olacağı açıklandı. Bu büyüklükte bir bankada ilk defa oluyor. Eminim diğer bankalar da bunu takip edecektir.

Bankalar Birliği yönetim kurulunda ve BDDK Kurulunda kadın yok ama Merkez Bankası banka meclisinde 7 üyenin ikisi kadın. En büyük 4 özel bankanın ikisinde (İş Bankası ve Akbank) yönetim kurullarının başında kadınlar var. İş bankasında başkan dışında bir kadın üye daha var yönetim kurulunda. Garanti Bankası ve Yapı Kredi Bankasında banka dışından seçilen 3 bağımsız üyeden ikisi kadın.

Aktif büyüklüğü açısından ilk 3 bankaya yani kamu bankalarına baktığımızda durum farklı. Ziraat Bankası yönetim kurulunda hiç kadın üye yok. Vakıflar Bankasında ve Halk Bankasında ise bağımsız üyelerden biri kadın. 

Bu 7 büyük bankada da henüz kadın genel müdür göreve gelmedi.

O günden bu yana TÜSİAD 3 kadın başkan seçti. Arzuhan Doğan Yalçın’dan, Ümit Boyner ve Cansen Başaran iş dünyasında kadının yükselişinin bayrağını taşıdılar. (Cansen ile yaptığım söyleşiye bu blog’dan veya youtube’dan erişebilirsiniz)

Yeni teknoloji şirketlerinde, telekom sektöründe kadın yöneticilerin sayısı erkekleri geçmek üzere ama kadın nüfusun çok önemli olduğu üniversitelerde üst düzey yönetici konumundaki kadın oranı çok düşük. Halbuki kadın rektörleri döneminde gerek bizim Boğaziçi gerekse İTÜ çok önemli yol kat etmiştiler. 

Milletvekili ve bakan sayıları artıyor ama toplu fotoğraflar hala hazin. 

Siyasi parti lideri kadın sayısı 2, onlar da erkek dünyasında erkek dili konuşarak varlığını sürdürmeye çalışıyor. Kadın ve dili henüz siyasette yok. 

Durumun bilmeden seyreden bir yabancı TV’lerde yapılan açık oturumlara kadın panelist alınması yasak zannedebilir. 

Halbuki pandemi kadın yöneticilerin ön plana çıktığı bir dönem oldu. Zor dönem Avrupa’da Madam Merkel’in liderliğinde geçilirken, Yeni Zelanda’da Jacinda Ardern (80’lidir kendisi) küçük bilr ülkeden dünyaya örnek yönetici çıkabileceğini gösterdi. Biontech aşısının mucidi Özlem Türeci’yi de unutmamak gerek her ne kadar medya eşini ön plan çıkarmaya çalışsa da.

Hükümeti oluşturan koalisyona katılan 5 partinin liderlerinin kadın olduğu 19 bakanın 12’sinin kadın olduğu Finlandiya ise pandemiye çok hazırlıklı girmişti diyebiliriz.

…..

Kadınların büyük kurumlarda üst yönetime gelirken önünün kapalı olması “biz erkeklerin ayıbıdır” dedim. Eskiden bizde ve batıda egemen konumdaki erkekler büyük bir yalan uydurmuş ve önemlisi kadınları buna inandırmış.  Kadının yöneticilik, liderlik pozisyonlarına gelmek istemediğini o nedenle çocuk yaptıktan sonra geri dönme arzusu duymadığını iddia ederdi erkek yöneticiler. Çalışma hayatına giren kadınlardan beklenti de yüksek olmamalıydı, yatırım da fazla yapılmamalıydı. Bunun uzantısı olarak çalıştıkları dönemde önemli projelere, kariyer zıplatacak zor işlere gönderilmezlerdi. Kadınların işe geri dönmeme nedeninin çalışırken kötü davranılmasının, anne olduktan sonra “engelli” muamelesi yapılmasının olduğunu çok geç anladı bizim nesil. 

2019- 2020’de BloombergHT TV’de yayınlanan “”Tecrübe Konuşuyor adlı bir programın yayıncılığı ve sunuculuğunu yaptım. O programa konuk olan kadınlar ve erkeklerin çoğu bu konuda inanılmaz emek veriyorlar, duruş sergiliyorlar. (Bu programları izlemek isterseniz bu blog’daki linklerden ve  youtube’dan erişebilirsiniz. ) 

“Eyvah CEO doğuruyor” adlı kitabın yazarı Murat Yeşildere öncülüğünde iş dünyasının erkekleri tarafından “Yanındayız” derneği kuruldu. Toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda farkındalığı artırmak ve eşitliğin sağlanmasına katkıda bulunmak doğrultusunda projeler üreterek uygulanması için çaba gösteriyorlar. 

Murat aynı zamanda 2017’de kurulan “Yönetim Kurulunda Kadın Derneği”nin yönetim kurulundaki tek erkek.  Derneğin danışma kurulunda yine “Tecrübe Konuşuyor” programında izleyebileceğiniz Aclan Acar ve Tayfun Bayazıt da var. “Yönetim Kurulunda Daha Çok Kadın İçin Şirketler Arası Mentorluk Programı”nı yürütüyorlar. Daha önce yönetim kurullarında görev yapmış tecrübeli iş insanlarının Mentör olarak görev yaptığı 18 aylık bir program bu. Bugüne kadar 200 kadın yöneticiye sertifika verilmiş durumda. 

Son olarak “halka açık şirketlerin bugünlerde genel kurulları olacak hepsinin, yönetim kurullarında süresi dolanlar, ayrılanlar olacak, o boşalan pozisyonlara kadın adaylar atansın” dediler. 

Bunu alkışlıyorum ve artırıyorum. Sadece süresi dolan dışarıdan üyeler veya bağımsız üyeler değil, hissedar temsilcisi üyeler de kadın adaylara yer açmalı bu Mart ayında. 

…..

Bu mentörlük projesi çok önemli. Bir derneğin projesi olarak kalmamalı büyük kurumların gündelik uygulamaları arasında mutlak yer almalı. 

Kadının iş hayatında uzun süreli kalmayacağına inanan bizim neslin yöneticileri paralı eğitimlere, yurt dışı konferanslara hep erkekleri gönderirlerdi. Eğitimin yanı sıra pek masraf gerektirmeyen mentörlük de ihmal edilirdi. O zamanlar ismi mentörlük değildi elbette ama usta-çırak ilişkisinde bahsedilen usta da çırak da hep erkekti. Amir pozisyonundaki kişilerin yerine geçmek üzere yetiştirdikleri kişiler de hep erkek olurdu. İnşaat veya madencilik sektöründe böyleydi de bankacılıkta farklı mıydı? Her yer erkekler dünyası, erkekler kulübü idi. 

Kendimi bildim bileli sadece ailelerde değil şirketlerin içinde de kadınların iş hayatındaki dezavantajlarından bahsedilir. Onlara herkes yol gösterir. “İş hayatı zordur, karmaşıktır sen kadınsın anlamazsın, ilerlemek istiyorsan sert olmalısın” vs. 

Hiçbir erkeğe bu tür yol gösterildiğini görmedim. Halbuki her erkek iş dünyasında başarılı olacak kumaştan yapılmış değildir. Kadınlar ne kadar yatkınsa erkekler de o kadar yatkındır yaradılış olarak. 

Bir gurubu, bir kurumu yönettiğimde bir yönetici olarak beni en çok uğraştıranlar erkekler olmuştur. “Bunlara hiç mi iş öğreten olmamış” dediğim anlar çok olmuştur.  Sonunda evde hiçbir işe el sürmeyen, aile bütçesinin yönetimi dahil her sorumluluğu eşine devretmiş, uzaktan kumanda dışında hiçbir şeyi kontrol etmeyen erkeklerden koca koca kurumlara yönetici olmayacağını, insan ve para yönetiminin emanet edilemeyeceğini fark ettiğim bir aydınlanma anını çok iyi hatırlarım. O günden sonra, tercihimi hep kadın yöneticiden yana kullandım. 

Kadının cinsiyet itibarı ile yönetici olamayacak olarak görülmelerine olan öfkelerini olumlu bir yöne doğrultabildiler çoğunlukla. Bir yerine iki okul okuyarak, sadece mesai saatlerinde değil akşamları gittikleri eğitimlerde lisan öğrenerek, beceriler edinerek, kendilerini geliştiren kadınlar, erkeklerin hiç dert etmediği, “geldiği yeri ve geleceği yeri hak etme” ruh hali ile tercih edilen yöneticiler oldular. 

……

Kadınlar için her şey güzel giderken pandemi can sıktı. Evdeki sorumluluklar ve iş sorumlulukları iç içe geçti. Kadının esas görevinin karantinada evden eğitim alan çocuklar ve ailenin yaşlıları ile ilgilenmek haline gelmesi, kariyer yolculuklarına olumsuz etki yapabilir diye düşünen çok kişi var çevremde. İşyerlerine geri dönüldüğünde kadınların işlerini koruyabilmeleri ve kariyer yolculuklarına kaldıkları yerden devam edebilmeleri açısından yine güç noktasındaki erkeklere iş düşüyor. Sonuçta diplomaları, becerileri, yetkinlikleri eksilmedi kadınların ama pandemi -zamanla azaldığı düşünülen- önyargıların tekrar ortaya çıkmasına neden olabilir. 

Yine karantina döneminde evde oturan erkeklerin aile içinde aldıkları görevler arttı. Buna da çok pozitif bakmak gerek. Erkeğin sadece mutfağa girmesi, ekmek veya sushi yapmayı öğrenmesi veya marangozluk öğrenmesi değil, çocuklarla daha fazla ilgilenmesi ve bundan keyif alması, futbol maçlarına gitmeden veya erkek arkadaşlarla poker partileri olmadan da yaşanabildiğini fark etmesi gibi gelişmeler de kadının bundan sonra iş hayatında alacağı rolü artırabilir.

Eski normalde “evde oturamam, çıldırırım” diyen erkek pek kalmadı yeni normalde. Bir yıldır evde oturuyoruz, hepimiz kilo aldık ama henüz çıldıran yok. 

Önümüzdeki dönemde çocuklara bakmak için evde kalan erkeklerin sayısının arttığını da duyabiliriz. 

….

Sorun erkek veya kadın olunmasının iş hayatına, yöneticiliğe, kurumsal liderliğe uygunluğu değil, kuralları olay yerine ilk gelen erkeklerin koyduğu bir dünyanın hala değişmemekte ısrar etmesi. 

Bugün önemli yerlerde bulunan erkeklerin büyük ama basit bir sorumlukları var. Yardımcılarının en az yarısının kadın olmasını sağlayabilirler. Memleketi düzeltmekten, meclisteki kadın sayısını artırmaktan, hatta yönetim kurullarındaki sayıları değiştirmekten çok daha kolay. Aynı şekilde tüm departman amirlerine de kendilerine bağlı alt birimlerin başına geçecek kişilerin en az yarısının kadın olmasını performans kriteri olarak koyabilirler. Çok uzun değil 10 sene korusunlar bu pozitif ayrımcılık politikasını, yeter. 

Erkeklerin koyduğu çok katmanlı filtre sisteminden geçip de yönetim kuruluna ve hatta o kurulun başkanlığına yükselen kadınların, başka kadınlara da o kapıları aralaması ile hızlanacaktır bu süreç. Meral Akşener başka kadın yöneticiler yetiştirmeli, onların yolunu açmalı, Akbank’ta Suzan Sabancı İş Bankasında Füsun Tümsavaş başkanlar hem banka yöneticileri arasında hem de yönetim kurulunda sayıların en azından eşitlenmesi için “her dönemde +1 kadın” politikası güderek sayıları kısa zamanda önemli bir yol kat edebilirler. Son dönemde İş Bankası iştiraki TSKB’de genel müdürlüğe bir kadının getirilmesinde Füsun Hanımın etkisinin olduğuna inanmak isterim mesela.

Erkekler kadına engel koymasın, yolu açsın, her yer olur Finlandiya. 

Marifet Büyümeyi Yönetmekte


Aileler zamanla büyür. Sayılar artar. Vaktiniz yetmez. Enerjiniz yetmez.

Yönetemezsiniz.

Size:

  • liderlik sorunu,
  • yönetim sorunu,
  • sahiplik sorunu,
  • geçim sorunu,
  • miras sorunu olarak geri döner.

Gördüğüm aile şirketlerinin çoğu bu büyümeyi “başa gelen çekilir” yöntemi ile çözeceklerini düşünmektedirler.

Hazırlık ve planlama yoktur.

Olduğunu iddia edenlerin çoğu da bu plana son noktayı koymayı veya uygulamayı sürekli ertelemektedirler.

Aile ile ilgili konularda böyle davrananlar iş ile ilgili konularda farklı mı davranırlar?

Aile şirketleri hayat çizgilerinin ilk yıllarında ailenin yönetebileceği bir ölçekte iken zaman içinde bilhassa fırsatların değerlendirilmesiyle ürün sayısını artırır, hizmet verdiği pazarı büyütür, fabrikalarının sayısını artırır, ilk kurulan işden farklı işlere de girerler.

Büyümek, artan işletme sermayesi ihtiyacıdır, yatırım demektir. Farklı ürünler, yeni teknolojiler demektir. Bu da yeni ve kaliteli insan kaynağı ve daha fazla sermaye gerektirir.

Günümüzde teknolojiye erişim eskisi kadar zor değil ancak insan ve para kaynaklarına erişim uzun soluklu süreçler.

Zamanında iyisini ve doğrusunu bulamadığın zaman, problem olarak görmediğin riskler büyük faturalarla karşına çıkar.

Benim problemli şirketlerde gördüğüm ortak özellik bu şirketlerin büyürken en çok ihtiyaç duyacakları kaynağın insan ve para olduğunu düşünmemeleri, önemsememeleridir. Çoğu zaman doğru insanı bulamadığın zaman doğru teknolojiye de erişemezsin, erişsen de kullanamazsın.

İşler büyüyünce bilançolar da büyür. Büyümeyi yönetmek bilim kadar sanattır da.

İşleri başarılı büyütmek büyüyen bilançoyu yönetmekten geçer. Bilançonun bir bacağı sermaye ise diğeri de borçtur. Nakit akışına uygun vadelerde ve işin ödeyebileceği maliyetle borç bulabilmek zaman-zaman işi büyütmekten zordur. Borç kur-faiz-likidite riski taşır. Bu riskleri yönetebilmek için belli miktarda sermaye konulması veya kenarda erişilebilir olarak durması gerekir. Benim gördüklerimin hepsi düşük sermayelidir, yüksek maliyetli ve kısa vadeli borç kullanmaktadır. Bunların işin sürdürülebilmesinin önündeki ciddi riskler olduğunu görmemişlerdir. Görseler  de umursamamışlardır.

Büyümenin sonu hafif veya ağır kriz olabilir. Ülkeler için de, şirketler için de, aileler için de sonuç aynıdır.

Benim yıllardır uğraştığım aile şirketlerinde toplantı masasındaki hazerun, patron ve kardeşleri veya çocukları, ve kıdemli bir muhasebecinin ötesine nadiren geçer. Bu toplantılarda patron, şirketin büyümesi, duraklaması ve krize giriş hikayesini anlatır ve konuşma hep aynı cümle ile biter ‘İşimizi biliriz, başında dururuz, çok güzel işler yaptık, iyi paralar da kazandık ama finansmandan anlamadığımız için bu duruma düştük. İyi bir finansçımız olsaydı belki de bunlar başımıza gelmezdi.’

Sorun iyi bir finansçının olmaması kadar basit midir?

Kriz reçetelerinin genel teması hayat biçimini değiştirmek üzerinedir. Kilo vermek, spor yapmak, şekeri ve kolesterolü düşürmek, yani küçülmek, yani daha az sermaye bağlayarak daha fazla iş yapmaktır. Benim geçmişte ve bugün hala ilgilendiğim vakalarda, sıkıntıyı atlatmak için gerekli gördüğüm reçeteyi yazdığımda, aile şirketleri patronları standard olarak, direnir, reddeder, para kazanmayan ürünlerden vazgeçemez, para kazanmadığı pazarlardan çıkamaz, fabrikasının birini kapayamaz, maliyet bazını düşüremez. Sonra sonra razı olur, çoğunda da çok geç olur.

Bazı aile şirketleri büyümeyi reddeder. Yeni yatırımlara, yeni pazarlara endişe ile bakar. Büyüyen dünyada kabuğuna çekilmenin riskini kabullenir, ‘küçük olsun benim olsun’ der. Elindeki ile yetinir. Para kaybetmeyebilir ama sektör büyüyorsa, göreceli olarak ufalır. Ürün ve/veya hizmette farklılık devam ettirilebilirse bu strateji de sürdürülebilir ama zamanla herhangi bir ürüne veya hizmete dönüşülecekse bu seçim de erken ve yavaş ölüm anlamına gelir.

Büyümenin sürdürülemediği veya marjinal sermaye getirisinin düştüğü noktada, ürün ve hizmetlerin üretim, pazarlama ve satış süreçlerinde rasyonal bir yalınlaştırmaya gitmek, bazı ürünlerden çıkmak, bazı süreçlerde dış kaynak kullanımını artırmak veya şirketi/işleri kısmen/tamamen satma kararlarını almak ve uygulamak, başarılı aileleri diğerlerinden ayıran en önemli özelliktir.

Bir çok aile şirketi ancak yok olma noktasında geldiğinde işi satmayı, çıkmayı düşünür. İşini idare etmekte basiretsiz davranan satmakta da geç kalır. Şaşmaz.

Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Yorum kısmına yazarsanız sevinirim.

Ekonomi büyürken, KOBI niye batar?


En büyük pazarımız olan Avrupa Birliği ekonomik krizi atlatmak üzere.  Suriyede barış sağlandı gibi. 2017 yılının ilk yarısında Kredi garanti Fonu kaynaklı banka bilançosu desteği yerini buldu, ekonomi %7 büyüdü.

Ancak bu büyümeden tüm şirketler eşit oranda etkilenmiyor.

Büyümeye rağmen yine çekler karşılıksız çıkıyor, işletmeler kapıya kilit vuruyor.

Milletimizin girişimci ruhu kısa zamanda yenilerinin iş hayatına girmesini temin edecektir ama giden de gidiyor. Uzun süre kendini toparlayamıyor.

Yıllardır problemli şirketler ile uğraştığım için bu döngünün (yapamayan gider, değer yaratanlar devam eder) piyasa ekonomisinin temel kuralı olduğunu kabul etmekle birlikte, probleme girenlerin toparlanması, toparlanmıyorsa tasfiyesi veya el değiştirmesi süreci çok sancılı olduğu için ciddi kaynak israfı yarattığını da düşünüyorum.

Peki niye batıyorlar?Foto-finişdeki resme bakarsak sermayelerini yitirdikleri veya zaten sermayeleri olmadan çalıştıkları için diyebiliriz. Ancak bu kolaya kaçmak olur. Ne oluyor da yıllardır çalışan işletmeler sıkıntıya düşüyor ve toparlanamıyor?

Bir geriye gidersek 3 temel neden görüyoruz.

1. Müşteriyi pazarı kaybettikleri için, müşterinin yaşadığı sıkıntıları takip etmedikleri, takip etseler de kabullenemedikleri için diyebiliriz.

2. Büyümeyi yönetemedikleri için, küçük işletme iken dönen dükkanın büyüdükçe ihtiyacı olan insan ve sermaye ihmal edildiği için diyebiliriz.

3. Hesap bilmedikleri için, kar etmeyi önemsemedikleri, işletme sermayesi ihtiyacındaki artışları kompanse edecek dönüş hızını yakalayamadıkları, nakit akışını yönetemedikleri için diyebiliriz.

Birinci faktör, müşteriyi-pazarı kaybetmek çoğu zaman KOBİ sahibi tarafından ‘müdahale edilemeyecek dış gelişme’ olarak algılanıp, ‘kader’ gibi değerlendirilir. Halbuki, bir KOBİ himet veya mal ürettiği tüketici de olsa, büyük işletme de olsa, onun işlerinin nasıl gittiğini yakından takip edip, kendi yatırımlarını da azaltıp, çoğaltabilme esnekliğine sahiptir. Tam tersine mega firmaların işi krizlerde daha zordur. Okyanusun ortasındaki o koca geminin burnu kolay kolay çevrilemez veya kısa zamanda hız kesip, kıyıya yanaşamaz.

İkinci faktör, büyümeyi yönetmek bence birinciye göre daha zordur. Küçük işletme, büyüme yolunda, farkına varsa da, istese de, deli gibi arasa da iyi, doğru adamı, insan kaynağını bulamayabilir. Bulsa da ölçeği itibarı ile ikna edemeyebilir. Makina yatırımını veya artan işletme sermayesi ihtiyacını finanse edecek, krediyi bulamayabilir, bulsa de makul maliyetlerle edinemeyebilir.

Bu noktada girişimcinin esnekliği ve vizyonu önemlidir. Bulduğu, yanına almak istediği insanı maaş ile ikna edemeyebilir ama bu yolun sonu olmamalıdır. Hisse vermek, kardan pay vermek konularında cesur olunduğu takdirde, bugün benim tanıdığım bir çok iyi profesyonelin kabul edeceği şartlar oluşturulabilir.

Aynı şekilde kredi bulunamayabilir veya ehven şartlarda olmayabilir. Ortak almak, kendisi gibi küçük bir işletme ile birleşmek alternatiflerine açık olunduğu takdirde sermaye temininde de ciddi gelişme sağlanabilir.

Üçüncü faktör, fiyatlamanın ve nakit akışının disiplinli dirayetli yönetimidir. Bu faktörün kötü yönetimi bilhassa küçük işletmenin pazarda yer edinme, müşteri kapmak uğruna verdiği fiyat ve vade tavizleri ile başlar, farkında olunup zamanla düzeltilmediği takdirde de, çoğu şirket birinci yılını zor tamamlar. Ne boyda olursa olsun her işletme kar etmek zorundadır. Kar etmek işe devam etmenin maliyetidir, denir. Bunun tercümesi ürünü hizmeti fiyatlarken, tüm bir aylık, mevsimlik, belki de senelik maliyet yapınızı gözden geçirip, dönem sonunda kar edeceğiniz bir fiyat seviyesini tespit edip, kanınınızın son damlasına kadar taviz vermeden bunu uygulamaktır. Eğer fiyatta taviz vermek sürekli politikanız olursa zaten sonunda epey kan dökülecektir.Vade de aynı şekilde işler. Ürünü alan büyük işletme, KOBİ’den sürekli olarak vadeleri açmasını ister. Pazarlık gücü zayıf olan KOBİ, ilişkileri ile buna karşı duramıyorsa, sermayesini kuvvetlendirmek zorundadır. Bulabilse bile kredi maliyeti doğrudan sineye çekilmek zorundadır. Vadenin uzatılmasını isteyen alıcı bu vadenin maliyeti olan kredi faizine katlanmak istememekte bu yükü tedarikçisine transfer etmek istemektedir. Zaten zar-zor kar eden fiyatın üstüne bir de faiz maliyeti geldiğinde ay sonunu toparlamak mümkün olmaz.

Hammadde maliyetlerindeki artış da benzer iki negatif sonuç yaratır. Hem finanse edilmesi gereken stok tutarı artar hem de KOBİ bu fiyat artışlarını çoğu zaman alıcıya hemen kabul ettiremez. Kabul ettirene kadar geçen zamanda oluşan zarar ve kredi yükü KOBİ için oldürücü olabilir. KOBI’nin düşük katma değerli ürün satması bu nedenle büyük bir risktir. Ürünün içinde hammaddenin payının büyük olduğu ticarette, KOBI, alıcıları ile hammaddeyi dışarıda bırakacak veya hesabı ayrı tutulacak şekilde anlaşmalar yapmalıdır. Alıcıyı stokun finansmanına katkıda bulunmaya ve hammadde fiyat artışlarını hemen ürün fiyatına yansıtmaya ikna etmelidir. Bu çok kolay değil ama sağlıklı tedarikçi ilişkisini büyük alıcılar da tercih eder.  Büyük alıcı bunu kabul ederken KOBİ’nin de belli bir sermaye gücünün olmasını, yükü paylaşmasını bekler. Bu nedenle büyük alıcılara üretim yapmak bir çok KOBİ’nin başlangıçtaki hedefi olsa da, çok az KOBİ bu hedefe ulaşmış ve bu seviyede kalabilmiştir.

KOBİ sahibi girişimcinin veya ailesinin işe devam etmek için hırsı ve sermayesi olsa bile bu tür problemler yığıldığı zaman oturup, durumu değerlendirmesi, ‘tamam mı, devam mı’ kararını sağlıklı olarak vermesi de kültürümüzde alışık olmadığımız bir durumdur. Kar etmeden, kan (müşteri, insan, sermaye) kaybederek, bile bile devam etme, duvara çarpana kadar ısrar etme huyu da problemin mali boyutunu büyütmekten başka bir işe yaramayan önemli bir faktördür.

Zararın neresinden dönülse kardır. Durmak da (belki de fırtına geçene kadar geçici olarak) bir karardır ve tüm çevre faktörleri aleyhinize dönmüşse, çoğu zaman da en doğru karardır. ‘KOBI niye batar’ sorusunun cevabına bir yerde de ‘durmasını bilmediği için’ denebilir.

Sabrınız için teşekkürler. Sizin de fikirlerinizi merak ediyorum. Yorum kısmına yazarsanız sevinirim.

Bu konuda daha önceki yıllarda çektiğimiz bir videoyu da izlemek isterseniz buradan erişebilirsiniz.