Ziraat Bankası futbolu mu kurtarır, alacaklıları mı?


Son günlerde Ziraat Bankası ve futbol kulüpleri ile ilgili bir haber çıktı basında. Kısaca Ziraat Bankası futbol kulüplerinin borçlarını üstlenecek, yapılandıracak (10 yıl vadeye yayacak) bu arada bu borçlara verilen teminatlar da bu yapılandırmanın teminatı olacak, Banka bu kredilerin zamanında geri ödeneceğini görmek için de kulüplere mali kriterler empoze edecek diye özetlenebilir çıkan haberler.

Dün akşam TFF başkanı ve haberin çıktığı medya kuruluşlarından çoğunun sahibi olan kişi bir açıklama yaparak bu haberde yazılanlardan çark edileceğinin sinyallerini verdi.

Ben de bu arada yazdığım 10 twitte bu konudaki görüşlerimi paylaşmıştım.

1/Kulüpler 10 milyar borcu 10 yıla yaysa ne olur? Yılda 1 milyar geri ödeme gerekir.

Kulüpler şu anda ne geri ödeme yapıyor? Borç arttığına göre hiç yapmıyor.

Şimdi ne olacak da hem faiz hem geri ödeme yapacak, hem de %25-30 faizle?

2/ Kulüplerin borcu yıllık geri ödeme kapasitelerine göre tespit edilecek sınıra indirilmeden bu iş ölü doğar. Sonunda Ziraat Bankası bugün kulüplerin sahip olduğu gayrımenkullerin sahibi olur.

3/ Kulüpler bugün gayrımenkullerini elden çıkaramıyorlarsa bunun nedenleri var. Kulüp kongreleri de buna engel, imar durumları da. Çoğu zaten antreman tesisleri.

4/Kulüplerin harcamada rekabetten vazgeçmesi şart. Plandaki gibi gelirin belli bir kısmının ötesinde harcama yapması yasaklanabilir ve bu da etkin olarak uygulanabilmesi için bir üst komitenin onayına bırakılabilir ama zor oyunu bozar. TFF-FFP niye uygulanamıyorsa, aynısı olur.

5/Ziraat Bankası siyasi irade ile bu planı hayata geçirir ama yayın gelirleri içinden faizi ve taksitleri aldıktan sonra borçlu kulüplere para kalmayınca çıngar kopar. Almazsa da banka bilançosu sıkıntıya düşer. Çünkü başlangıç rakamları çılgın.

6/ZB operasyonu Kulüplerin üzerindeki bugünkü alacaklı baskısını hafifletir ama bugün yüksek borçlu olanlar önümüzdeki yıllarda sıkıntılı olmaya devam eder. Vergi borcu sildirmeye benzemez banka borcu ödememek.

7/Kredileri ZB’de konsolide etmek eğer:

1. ZB faizleri sübvanse etmeyecekse

2. Kredilere bir geri ödeme takvimi konacaksa (10 veya 20 yıl fark etmez)

Kulüpleri ZB iştiraki haline getirmekten öteye gitmez. ZB sadece kupa’nın değil futbolun sponsoru olur.

8/Bugüne kadar net net borç geri ödemeyen büyük Kulüplerin bu plana göre borç ödemek zorunda kalmalarını (Faizlerde büyük bir sübvansiyon yapılmadıkça) bünyeleri kaldırmaz.

9/Futbol kulüpleri (veya başka sıkıntıdaki kurumların) borçlarını konsolide edip ödediğinizde ne kendinize ne de kulüplere iyilik yapmış oluyorsunuz. Sadece kulüplerden alacaklı olanlar bayram yapıyor. Kulübün borcu yine borç, azalmıyor yok olmuyor.

10/Yıldızlara yatırım yapmayan, özkaynağa dönen ligin yayın gelirleri de tribün gelirleri de düşecektir. Bu kredileri geri ödeyecek olan gelirler düştükçe çözecek yeni bir krizimiz olacak. Onu da o zaman düşünürüz.

Kulüplerin mali yapılandırılması çalışmalarına zamanında katkıda bulunmuş bir kişi olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, futbol kulüpleri bu tür “zihni sinir” projeleri ile kurtarılamaz.

Yol bellidir.

Zahmetlidir.

Birlik beraberlik gerektirir.

Sürdürülebilir yapılar kurmayı gerektirir.

Mevcut TFF delege yapısı ile de olmaz, kulüplerin şirketleşmesi ile de olmaz.

Yüksek faiz ortamında borç yapılandırması kandırmacadır. Kulüpler mevcut gelir gider açığı ile daha ilk yılın faizini ödeyemezler bırak taksidini.

Milli Takımlar ve Primler


Basketbol milli takımımız Dünya ikincisi oldu ama final gününden başlayarak millilere ödenecek primler konuşulmaya başlandı.

Metin ÜstündağFutbol milli takımımız 2012 Avrupa Şampiyonası eleme grubunda arka arkaya iki galibiyet aldı, ödenen prim konuşuldu. Dün akşam itibarıyla da arka arkaya ikinci maglubiyetini aldı, yine ilk konuşulan başlık primler.

2002’de Dünya üçüncüsü olduğumuzda futbolculara “Jip” hediye edildiği ortaya çıktı. TFF bütçesinden çıkmadığı, o zamanın başkanı Haluk Ulusoy’un babasının hediye ettiği söylendi. Dünya üçüncülüğünün keyfi gölgelendi.

Kamu vicdanı rahat değil.

– Milli görev için prim olur mu? Olursa da bu kadar olur mu?

– Basketçiler başarıları ile hepimizi ağlattı, ülkemizi tanıttı, bütün Dünya bizden bahsetti, hiç olmazsa onlar hak ettiler. Ya futbolcular henüz bir şey hak etmeden neden bu kadar prim alıyorlar?

……

2005 yılında TFF’ye mali yapılanma konusunda danışman olduğumda “havuz probleminin” yanısıra, prim konusunu da kucağımda bulmuştum. O zaman 2006 Dünya Kupası eleme gruplarında maçlar oynayacaktık. Seul’deki Dünya Kupasında alınan 3.lüğün ardından Avrupa Şampiyonasına katılınamamış olduğu için üstelik Almanya’da yapılacak olan Dünya Kupasına katılınmasına çok önem veriliyordu. Primlerin de Türk futbol dünyasının alıştığı gibi ulufe şeklinde değil, hedefe yönelik olarak bir sistem çerçevesinde düzenlenmesi konusunda başkan Levent Bıçakçı, başkan vekili rahmetli Hasan Doğan ve milli takım sorumluları Osman Çağalıkoç, Zekeriya Alp ve Davut Dişli ile mutabık kaldık.  Ersun Hoca ve Milli takım sorumluları açısından görünen iki büyük rakibimiz daha önce Avrupa Şampiyonu olmuş olan Yunanistan ve Danimarka idi. Diğer rakiplerimiz olan Ukrayna, Gürcistan ve Arnavutluk’u ise rahat rakipler olarak görüyorlardı.

Epey tartışmalardan sonra şöyle bir düzen kurduk.

– Katsayılar oluşturduk.  Sahamızda galibiyet 1x. Deplasman galibiyeti 2x, beraberliği 1.5x. Sahamızda beraberliğe prim yok. Özel olarak direk rakiplerimiz olan Yunanistan ve Danimarka’yı deplasmanda yenersek, normal katsayılar 2 ile bir daha çarpılıyor.

– Herkes prim alacak. Yine belli bir katsayı düzeni çerçevesinde. Masör ve tıp ekibi dahil.

– Primlerin yarısı maç sonunda ödeniyor, yarısı, katılma hakkı kazanılırsa ödenecek.

– Ara hedeflere özel prim. Dünya Kupasına katılma. Gruplardan çıkma. Çeyrek final. Yarı final. Final ve Kupa.

Yanlış hatırlamıyorsam da toplam prim 50 milyon TL olarak tespit edilmişti. Bunun %30’u yani 15 milyon TL katılana kadar, ödeniyor, %70’i ise katılındığı takdirde Almanya’da geçilen grup ve turlarda ödeniyor. Toplam prim tutarının %40’ı da final oynayıp, kazanıldığı takdirde ödeniyor.

Sonra ne oldu…Kolay maçlar zor oldu. Danimarka ve Yunanistan ile deplasmanda berabere kaldık ama evimizde de Gürcistan ile berabere kalıp, Ukrayna’ya yenildik. Gruptan Ukrayna 1. çıktı.

Bu arada işler planlandığı gibi gitmeyince tüm düzen alt-üst oldu.

Trabzondaki Gürcistan beraberliği ve Istanbul’daki Ukrayna yenilgisi sonrası evimizdeki Arnavutluk ve deplasmandaki Gürcistan maçları “kader maçı” haline geldi. Kader maçlarına özel primler konmak zorunda kaldı….Kadroya çağrılıp da ilk 18’e giremeyenlere de oynayanlar ile aynı prim.. Primlerin yarısının ötelenmesinden vazgeçildi, hemen maçın ertesi günü ödemeler vaad edildi. Sonra Ukrayna ve Arnavutluk deplasmanları “kader maçı” haline geldi. Onlara da “mega prim”ler verilerek kazanıldı ama yetmedi. İsviçre ile play-off oynadık ve Istanbul’da Saraçoğlundaki o meşhur, tarihi maç sonucunda Almanya’ya gidemedik.

……….

Basketbol camiasına futbol ailesine yakın olduğum kadar yakın değilim. O konuda genel bir yorum yapabilirim. Ancak futbol ailesi sürekli projektörler altında ve dönem dönem hasbelkader yakınlarında olma fırsatı buldum. Saptamalarım şöyle:

Futbol ekonomisi çok büyük endüstrilerle içiçe büyüyor. Sponsorlar futbola her sene daha fazla para akıtıyorlar. Tüketiciye daha yakın olmak için futbol en direkt araç. Sponsorların beklentileri de aktardıkları kaynağın karşılığını o takımın başarılı olması, daha fazla gündemde kalması, kupalar kazanması olarak geri almak.

Politikacılar da futboldan çok şey bekliyorlar. Futbola yakın durmak seçmene yakın durmaktır. Seçim meydanlarında boynunda futbol takımının kaşkolu olmayan parti başkanı, politikacı görmek mümkün değil.

Futbolu yönetenler de gerek ekonomik gerekse de politik baskılarla bir kulüp yöneticisi kadar olmasa da kısa vadeli başarılara endeksli hale gelmiş durumdalar. Bir açıdan işler kolay, hedefler 2 yıllık aralıklarla…Bir açıdan da zor, başarısızlık halinde, durumu düzeltmek için en az iki yıl beklemeniz gerekiyor. Bu da başarısızlığa tahammülü ortadan kaldırıyor.

Milli takımların yönetimi, kültürü ve prim sistemi işte bu baskılarla şekilleniyor.

…..

Yapısal olarak bakarsak Dünyada milli futbol takımları iki karakterde oluşuyor. Birincisi Brezilya ekolü  “karma” yani en iyi oyuncuların bir araya getirilmesi ile milli takımın oluşması. Diğeri ise Alman ekolü, “milli takım da bir takımdır”. Türkiye uzun yıllar Brezilya ekolü ile milli takım oluşturduktan (hatta o dönemde milli takım teknik direktörü kavramı yok, “tek seçici” kavramı var) sonra 20 yıl kadar önce yeni bir anlayışla “kulüp takımına” geçiş yapıyor.

Bu yapıda milli takımın uzun vadeli, hedefe yönelik olarak getirilmiş bir teknik direktörü var. 2 ve hatta 4 yıllık kontratlar yapılıyor. O 28-30 kişilik bir futbolcu havuz oluşturuyor. Onlarla hazırlık kampları yapıp, futbol anlayışı aşılamaya çalışıyor. “Milli takım kulübünün” kadrosu ve karakteri bu şekilde oluşuyor.

Her maç geldiğinde, bunlardan 24’ünü kampa çağırıyor, 18’ini sahaya çıkarıyor, 11’ine de forma veriyor. Uzun süreli sakatlık olmadıkça da bu isimler değişmiyor. Aynı kulüplerde olduğu gibi…

Takımın birbirini tanıması, istikrar sağlanması açısından elbette doğru tercih de bu yapılanma.

Peki negatif yanı ne?

1. Bu yapıda milli takıma seçilmek gündem maddesi olmaktan çıkıyor. Bir bakış açısı ile rekabet azalıyor ve bazı pozisyonlar için rekabet ortadan kalkıyor. Fenerbahçe’nin bugün Alex ile yaşadığı sorunları çok benzer bir bağlamda, Hakan Şükür milli takımda yaşamıştı, Ersun Yenal ile yeni bir sayfa açılırken…

Bir dönem milli takıma seçilemediysen belki 4 sene kadrodan uzak kalıyorsun,  -Bursa’nın genç yıldızları Volkan ve Ozan bu nedenle kadroda yoklar- “hoca” değişene kadar veya başarısız dönem sonunda “kan değişikliği” ihtiyacı hissedilene kadar…Son olarak Bursaspor’lu Ömer Erdoğan 35 yaşından sonra milli takıma girdi. Belki Azerbaycan yenilgisi bugüne kadar şans bulamayan bazı isimler için bir fırsat olabilir.

Aykut Kocaman’ın geçen hafta dile getirdiği, “milli takım zaten cazibe merkezidir, astronomik primlere gerek yok” tezi onun döneminden kalma bir düşünce. Artık her maç kadro değişmediği için, bir kere kadroda yer bulan, uzun süreler o kontenjanı kapatmış olarak rahatlıyor.

Son yıllarda milli takımların bir futbolcunun kariyerindeki yeri tartışılır hale geldi. Yılda 50-60 lig, kupa  ve uluslararası maç oynayan bir çok profesyonel futbolcu artık milli takımı angarya olarak görüyor. Orada sakatlandığı zaman kendi takımında kadrodan uzak kalma riskini almak istemiyor.

Büyük takımlarda oynayan futbolcu zaten göz önünde. Kariyerinde yükselmek için gerekli fırsatları takımında oynarken de buluyor. Şampiyonlar ligi ve Avrupa ligi gibi vitrinlerde boy gösterdiği zaman milli takımda oynayacağından daha fazla uluslararası maç oynuyor.

Artık onu motive etmek, “tekmeye kafa sokmasını” sağlamak için sopa yok, havuç şart! Sponsorlardan gelen para da var. O zaman problem yok!

2. Takım içi dayanışma azami seviyeye çıkıyor. Futbolcular prim konusunda kendi kulüplerinde oluşan refleksi burada da geliştiriyorlar. Kazanılan maçlar sonunda soyunma odalarında prim vaatleri veren federasyon başkanları böyle oluşuyor. Avrupa’da bu kadar maça gidiyoruz, seyrediyoruz, okuyoruz, prim konusu gündemde yok. Futbola para dökerek gelişmeye çalışan bizim gibi ülkelerde ise yöneticiler ile futbolcular arasındaki koyu muhabbetin en can alıcı noktası!

Futbolu yönetenler de esas itibarı ile kulüp yöneticilğinden geldiği için zaten başka türlü bir iletişimi onlar da bilmiyorlar. Hedefe yönelik olarak prim sistemi kursalar bile, işletemiyor, sürdüremiyorlar. Ulufe düzeni daha rahat, daha geleneksel. “Kazanın, soyunma odasında primi siz belirleyin” söylemi…Kazanıldığı müddetçe prim dağıtıp popüler olmayı kim istemez? Üstelik kulüp yöneticisi iken primler kısmen veya tamamen o yöneticinin cebinden çıkarken, milli takımda federasyon bütçesinden çıkıyor.

Sonuçlarına katlanılmayan -kendi cebinden çıkmayan- harcamalarda daima ahlaki bir sorun vardır, burada da güzel bir örneğini görüyoruz.

……….

Basketbolculara adam başı 1 milyon (TL veya Dolar fark etmiyor) prim verilmesi ise bir açıdan benzer bir açıdan da benzemez bir konu. Hele şampiyon olan ABD oyuncularına 25.ooo Dolar prim verildiğini öğrendikten sonra…

Futbola benzeyen açısı şu ki; uluslararası basketbol oyuncuları da aynen futbolcular gibi sezonda 60-80 maç yapabiliyor ve vucutlarında dinlenme dönemlerinde oynanacak bir milli takımlar turnuvası için enerji kalmıyor. Türkiye gibi “mahalle baskısı” olan ülkelerde sakatlık vb. mazeretlerle milli takımlardan uzak duruluyor. NBA oyuncuları ise açık-açık buna ayıracak enerjileri kalmadığını söyleyerek milli takımdan peşinen aflarını istiyorlar. Bu nedenle koca Dünya Kupası 15 güne sığdırılıyor, 24 saat içinde hem yarı final hem final oynanıyor.

Bin bir zorlukla, politik mücadele ile ülkemizde düzenlenmesi sağlanan, en büyük krizin göbeğinde yeni salonlar inşa ederek hazırlanılan bir Dünya Kupasında final oynamak önemli idi, başarılması için bu yorgun savaşçıların ekstra motivasyona ihtiyaçları vardı ve prim vaad edilmeliydi. Ama öyle olmadı…

ilk 4 göründü sonra prim göründü. Keşke baştan adı konsaydı, kazanan hak ettiği için kazanmış olsaydı. Bu şekilde Dünya ikincisi milli basketbolcular soyunma odasında ikinci lig futbolcusu durumuna düşürüldüler. Kaptanları “futbol takım kaptanı nasıl davranıyorsa ben de öyle davranayım, onlar soyunma odasında ajitasyonla primi kapıyorlar, ben de şansımı deneyeyim” demiş olabilir ama nezih basketbol camiasına bu yöntem ve sonuç yakışmadı. Onlar da Başbakan’dan (o da Spor-toto kasasından) ulufeleri aldılar, -açılan mahkeme bitince- alacaklar. Ali Ağaoğlu hiç olmazsa kendi cebinden verdi primleri/evleri…

Son söz. Basketbolcuların bu başarısı elbette bundan sonraki sonuçlar açısından önemlidir. Kaldıraç etkisi yapacaktır. Ancak, ülkemizin tanıtımını yaptıkları için bu primleri hak ettiklerine ise katılmak mümkün değil. Hiç tanınırlığı olmayan ülkeler spordaki bu tür başarıları ile ilgi çekiyorlar, haritaki yerlerini merak eden çıkıyor ama Türkiye gibi her gün her konuda Dünya medyasında yer alan bir ülkenin basketbol gibi dünyanın ikinci-üçüncü sporunda (sponsor ilgisi de bunu doğruluyor) yapılan ikinci büyük organizasyonda final oynamış olması nedeniyle bilinirliği de artmamıştır, önümüzdeki sene gelecek turist sayısı da artmayacaktır.

Teşekkür ederim. Bir sonraki yazı daha çabuk gelecek, kusura bakmayın.