Varlık Yönetim Şirketleri ne işe yarar, nasıl çalışır?


5411 sayılı Bankacılık Kanununun 143. maddesi ile Türkiye’de finansal sistemin tahsili gecikmiş alacaklarının yönetimi ile Varlık Yönetimi Şirketleri yetkili kılınmıştır.
Bu sektör dünyada çok farklı şekillerde düzenlenirken, Türkiye’de bu görev baştan beri (2002) Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) tarafından yürütülmektedir.
Varlık Yönetim Şirketleri banka, faktoring, finansal kiralama, finansman kuruluşlarının ve kredi sigortası hizmeti veren sigorta şirketlerinin tahsili gecikmiş kredilerini devralarak, bankalara hem nakit kaynak aktarırlar, hem de bankaların uzmanlık alanı olmayan bir konuda verimsiz bir faaliyet göstermesinin önüne geçerler.
Varlık Yönetim Şirketleri kredi borçluları ile görüşmelerle ve bankalar tarafından başlatılmış hukuki süreçleri sürdürerek tahsilat yapmaya, böylece kredi portföylerini satın almak için yaptıkları yatırımlarını, tahsilat surecinde oluşan masraflarını ve faiz giderlerini karşılayıp, kar etmeye çalışırlar.
Varlık Yönetim Şirketleri 2008 yılından Eylül 2017 sonuna kadar 2,7 milyon kredi borçlusuna ait toplam anapara bakiyesi 35,3 milyar TL olan kredi portföylerini finansal kuruluşlardan devralmış, satın alma bedeli olarak da yaklaşık 3,8 milyar TL ödemişlerdir. Bugün faaliyet gösteren 14 Varlık Yönetim Şirketinde 1500 kredi çözüm uzmanı ve hukukçu çalışmaktadır.
Bankaların ortalama 2-3 yıl süresince yaptıkları yoğun tahsilat çabalarına rağmen tahsilat yapamadığı ve nihayetinde devrettiği bu kredilerden Varlık Yönetim Şirketlerinin tahsilat yapması da kolay ve çabuk olmamaktadır.
Bu portföylerin kredi borçluları, ya işini kaybetmiş, ya da gelirinin çok ötesinde kredi kullanmış kişi ve kuruluşlardan oluşmaktadır. Kredilerin varsa teminatları bankalar tarafından başlatılan hukuki süreçler sonucunda icra yolu ile satılmış olduğu için kredi borçlusunun bu krediyi geri ödemek için motivasyonu da yüksek olmamaktadır. Ancak kredi borçlusu bu kredilerdeki temerrüt halinin bıraktığı sicil tahribatını, finansal tüketici olarak uğradığı sınırlamaları (örneğin, yeni kredi kullanamamak) ve hukuki süreçler sonucunda getirilen sınırlamaları (örneğin maaş, araba, ev haczi vb.) kaldırmayı arzu ettiğinde bir çözüme ulaşmak mümkün olabilmektedir. Varlık Yönetim Şirketleri de kredi borçlusunun ödeme isteği ve kabiliyetini artırmak için faiz indirimi, uzun vadeli taksitli ödeme planı vb. öneriler ve esneklikler getirmek sureti ile çözüm sürecini hızlandırmaya çalışırlar.
Bu süreçte bugüne kadar 650 bin kredi borçlusu, borçlu konumundan, dolayısı ile finansal ve hukuki sınırlandırmalarından kurtulmuştur. Halihazırda 2,0 milyon kredi borçlusu daha Varlık Yönetim Şirketleri ile muhatap olarak sorunlarına çözüm bulmaya çalışmaktadır.
Varlık Yönetim Şirketlerinin kredi borçluları ile ilişkilerini düzenleyen kredi sözleşmeleri ve genel kanunlar (borçlar kanunu, icra-iflas kanunu, tüketici haklarını düzenleyen kanunlar vb.) olmakla birlikte ilişkinin sosyal boyutunu düzenleyen net bir mevzuat olmadığı için ilişkide zaman zaman sorunlar yaşanabilmektedir. Varlık Yönetim Şirketleri oluşturdukları sektör derneği vasıtası ile hem BDDK ile hem de diğer paydaşlar ile ortak çalışmalar yaparak bu sorunları ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Bu çerçevede yapılan algı araştırması sonuçlarına göre, kredi borçluları, yasal takip dosyalarının Varlık Yönetim Şirketlerine neden devredildiğini, bankaların bu borçları paketler halinde, ciddi bir iskonto ile Varlık Yönetim Şirketlerine satmaya razı olmalarına rağmen aynı iskontoyu neden kendilerine teklif etmediklerini anlayamadıklarını ve Varlık Yönetim Şirketlerinin alacaklarını tahsil edebilmek için kurdukları çağrı merkezleri vasıtası ile kendilerini sıkça aramalarından, e-posta, posta, SMS veya sesli mesaj göndermelerinden, rahatsızlık duyduklarını dile getirmektedir. Esasında bunlar başta bankalar olmak üzere tüm alacaklıların kullandığı standart iletişim kurma araçları ve tahsilat yöntemleri olup, kusursuz olmasalar da gayet iyi çalışmaktadır. Öyle olmasa yıllarca banka takibi ve hukuki süreçlerde çözülmeyen sorununun Varlık Yönetim Şirketlerine devrolduktan sonra çözümlenmesinden mutlu olan, bir anlamda ekonomik özgürlüğüne kavuşan insan sayısı da yüzbinlerle ifade edilir hale gelmezdi. Varlık Yönetim Şirketlerinin tüm bunlara rağmen eleştiri oklarının hedefine oturmasının temel nedeni, zaman içerisinde muhatap oldukları kredi borçlularının milyonlar seviyesine ulaşmış olması olsa gerek.
Akıllardaki soruların üzerinden tek tek giderek cevaplamaya çalışalım.
Bankalar tahsili gecikmiş alacak portföylerini neden satarlar?
Bankaların sattığı tahsili gecikmiş alacak portföyleri içerisinde binlerce vatandaşa ait kredi dosyası bulunmaktadır. Bunlar bankalar tarafından uzun bir süre hukuki süreçler de dahil olmak üzere takip edilmiş ancak tahsilat sağlanamayan dosyalardır. Portföy nüfusu genelde işsiz veya gelirleri borçlarını karşılamaktan çok uzak kalmış kişilerden oluşur. Takip süreleri uzadıkça takip/tahsilat maliyetleri de çok artmaktadır. Bankalar kendileri uğraşıp tahsil edeceğini tahmin ettiğine yakın ve hatta bazen daha da iyi bir getiriyi alarak bu dosyaları Varlık Yönetim Şirketlerine devrederek, hem asli işleri olan kaliteli kredi verme faaliyetine kaynak yaratmakta hem de önemli bir işletme yükünden kurtulmakta fayda görmektedir.
Bankalar benzer bir iskontoyu neden kredi borçlusuna uygulamaz?
İki ana neden sayabiliriz. Birincisi ‘kısmen tahsil imkanı olan’ ile ‘hiç tahsil imkanı olmayan’ arasındaki geniş bir bantta yer alan binlerce krediyi paketleyip satarken ortalama tahsilat beklentisinin ve dolayısı ile portföy satış fiyatının düşmesidir. (Örneğin kredi bakiyesinin ‘%30’u oranında tahsilat beklentisi olan kredi ile ‘Sıfır’ tahsilat beklentisi olan iki kredi bir pakete konduğunda ortalama tahsilat beklentisi doğrudan %15’e düşmektedir. O ‘%30’ tahsilatı da hemen yapamayacağını ve yapmak için de gerek banka içinde gerekse de hukuki süreçlerde yapacağı masrafı düşünen banka bu ikili kredi paketini kredi bakiyesinin %10’u oranında bir bedele satmakta bir sıkıntı görmemektedir.)
İkincisi, bankanın tüm kredi müşterilerinin %97’sinin (Türk bankacılık sisteminin cari tahsili gecikmiş alacak oranı %3 seviyesindedir) kredilerini faiz ve masrafları ile beraber muntazaman ödediği bir ortamda–haklı/haksız nedenlerle–borcunu ödeyemeyene kolaylık sağlanmasının yaratacağı ahlaki tehlike ve bunun sonucunda bankanın tüm aktif kalitesinin bozulması riskini bankanın almak istememesidir.
Yakın bir zaman kadar üçüncü bir neden bankacıların şahsi zimmet yükü̈ idi. Genel hatları ile Bankacılık Kanunu banka yöneticilerini kredilerin geri ödenmemesinde şahsen sorumlu tutabiliyordu. Dolayısı ile banka yöneticileri herhangi bir kredinin geri ödenmesinde anaparada indirim yapılması vb. kolaylıkları sağlarken şahsi risk aldıklarını düşünerek doğal olarak bu uygulamadan imtina ediyorlardı. 2017 Şubat ayında bankacılık mevzuatıyla, bankacılık usul ve prensiplerine uygun kredi kullandırma bu krediyi temdit etme veya ek kredi kullandırma, taksitlendirme, teminata bağlama veya yeniden yapılandırma işlemleri zimmet suçu olmaktan çıkarıldı.

Uzun oldu. Sabrınız için teşekkürler. Sizin de fikirlerinizi merak ediyorum. Yorum kısmına yazarsanız sevinirim.

Bu konuda daha önce hazırlanan bir video’yu da seyredebilirsiniz.

https://youtu.be/uRKQX7T6vCg<<<&lt;
gt;

Artık Bankaların da 12 Eylülü var. (2)


14 Eylül’de yazdığım “Artık Bankaların da  12 Eylülü var” başlıklı yazıda özetle demiştim ki:

“…. dünya bankacılık sisteminin 27 patronu Basel III diye bilinen bankaların uyması gereken sermaye yeterliliği vb. kuralları sertleştiren yeni bir kriterler manzumesini bir batında kabul ettiler.

Basel III kriterlerinin hedefi bankaların sermaye ve yedeklerinin asgari tutarını yaklaşık 3 katına çıkarmak. Bir çok ABD ve Ingiliz bankası (ve türk bankalarının hepsi) zaten bu seviyelerde olduğu için yeni kriterler bilhassa Kıta Avrupası bankaları için önemli.

Basel III’e göre %2 olan çekirdek sermaye oranı (core tier one ratio) asgari %4.5 olacak. Ama bu da yetmiyor, %7 olması arzu ediliyor. Zaten uygulama –bu konuda en sıkıntılı ülke olan Almanya’nın yoğun itirazları ile – 2013’de başlayacak ve uyum süresi 2019’a kadar uzatılmış durumda. Almanya’nın itirazlarının ardında bu kararların hemen uygulanması halinde büyümeye darbe vurması ve istihdamı etkilemesinden duyulan endişeler yatıyor.

Alman devlet bankalarının kredileri kısması gayrımenkul piyasalarına darbe vurabilir. Devletin sermaye artırması daha olası bir çözüm. Bununla beraber Avrupa’da banka birleşmeleri gündeme gelebilir.

Türkiye’ye etkisi doğrudan değil dolaylı olacaktır. Avrupa bankalarının fonlama iştahının kesilmesine yol açacağı için kendini o bankalardan fonlayan Türk bankalarının “ayak değiştirmeleri” gerekebilir. Bilhassa, yatırım finansmanı ve kamu projelerinin finansmanı konularına özel daralma yaşanabilir.

Bence, Basel III bu yaşadığımız kriz  boyutları açısından bankacılık sistemini yeniden yapılanmaya zorlayan bir paket olmadı ama krizden bu yana bankacılık ile ilgili alınan kararların en reformist olanı. Önemi oranlardan ziyade sistemin patronlarının kararlılık içinde beraberce hareket ettiklerini göstermek olacak.

….

Basel III, Kasım 2010’da Seul’de yapılacak G20 toplantısında onaya sunulacak ve ondan sonra öngörülen uyum süreci çerçevesinde bankaların kendilerini yeni normlara getirmeleri beklenecek.

Bazı bankalarda sermaye artışlarının zaman alabileceği, bazı bankalar açısından da mümkün olamayabileceği tahmin ediliyor. Bankaların bu sermayeyi temin edemedikleri takdirde, kredi vermeyi kısarak, hedeflenen rasyoları tutturmaya çalışmalarından endişe ediliyor. 1988’de ilk Basel kuralları açıklandığında, 1992’de yürürlüğe girene kadar, bankaların çabası sermaye artırmak yönünde değil, kredi politikalarını sertleştirerek, varlık satarak, kaynak yaratmayı tercih etmek olmuştu. Süre uzadığında bu yol daha da cazip gözükür. 2019’a kadar süre varsa, niye bugünden sermaye artırsın ki?

Basel III’ün ABD’de 2009’da yapılan banka sermayelerinin yenilenmesi çalışmasından ikinci büyük farkı da sermaye tutarları değil rasyoların hedeflenmiş olması. ABD’de hedeflenen rasyoları tutturmak için bankaların eklemesi gereken sermaye tutarı mutlak değer olarak tespit edilmiş ve süre kısa tutulmuştu. Dolayısı ile bankaların aktiflerini ufaltarak rasyolara uyum sağlaması yolu baştan kapatılmıştı. Basel III’de, tam tersi yapılarak, sermaye artırmakta zorlanacak bilhassa küçük bankalar ile, kamu açıkları nedeniyle zorlanacak olan devlet bankaları düşünülerek verilen taviz nedeni ile mutlak değerler değil, rasyolar hedeflenmiş ve uyum süreci 7 yıla varan bir zaman dilimine yayılmış.

Sermaye sıkıntısı çeken bankaları “bir ömür” beklemek, finansal değil siyasi bir karar, yanlış olduğu apaçık. Her ne kadar Deutsche Bank sermaye artırımına gideceğini açıklamış olsa da, daha önceden yaşadığımız örnekler bankaların sermaye artırmayı sevmediklerini, son çare olarak gördüklerini, bize göstermiştir. ABD’de sub-prime krizi başladığında bankaların gönüllü olarak sermaye arttırdıklarını görmedik. Bu nedenledir ki, ABD hükümeti o çok tepki çeken kurtarma paketi içinden bir tahsisatla bankalara zorla sermaye koydu.

Hedeflenen oranlara her bankanın eş zamanlı olarak ulaşmasını beklemenin de doğru olmadığını düşünüyorum. Bugün itibarı ile hedefin çok uzağında olanlara “elektro-şok” verilerek, çok daha kısa zamanda en azından vasat durumdakilerle  arasını kapatması istenebilirdi.

Esasında bankaları fonlayan sermayedar ve diğer kaynak sahipleri bankaya güvendiği müddetçe bunu zamana yayabilirsiniz. Piyasalar bir bankanın kabul edilebilir oranların altında özkaynak ile hayatını sürdürmesine yıllar boyu göz yumamazlar. Siz uyum süresi 10 yıl deseniz de bankaların çoğu 1 yıl içinde bu “nazik” durumdan çıkmaya gayret edeceklerdir.

Bazı bankalar, sermaye yeterliği rasyosunun artmasının maliyetlerini artıracağı endişesi taşıyorlar. Ben buna katılmıyorum. Daha sağlam bankaların daha ucuza kaynak sağlayabileceklerini düşünüyorum ve geçmişte bunun örneklerini de gördük. Daha sağlam banka daha ucuza borçlanabiliyor, hisse karşılığı sermaye yaratabiliyor.

Basel III’ün başarılı olması için Düzenleyicinin, bu konudaki kararlılığı son derece önemli olacaktır. Kuvvetli ve muktedir bir Düzenleyicinin rehberliği ve denetimi altında faaliyet gösteren bankaların değeri artar, sermaye bulması kolaylaşır.

Artık Bankaların da 12 Eylülü var.


Geçtiğimiz hafta sonu biz referandum ve basketbol ile meşgulken dünya bankacılık sisteminin 27 patronu Basel III diye bilinen bankaların uyması gereken sermaye yeterliliği vb. kuralları sertleştiren yeni bir kriterler manzumesini bir batında kabul ettiler. İçerik ve geçiş dönemi olarak beklenenden (ve ABD ve İngiliz bankacılığının patronlarının istediğinden) daha yumuşak bir sonuç çıktı. Bu uzlaşma sayesinde de bir toplantıda sonuca varıldı ve duyuruldu.

Basel III kriterlerinin hedefi bankaların sermaye ve yedeklerinin asgari tutarını yaklaşık 3 katına çıkarmak. Bir çok ABD ve Ingiliz bankası (ve türk bankalarının hepsi) zaten bu seviyelerde olduğu için yeni kriterler bilhassa Kıta Avrupası bankaları için önemli. Yoksa Dünya bankacılık sistemin toplam sermayesinin 3 katına çıkması anlamını taşımıyor.

Basel III’e göre %2 olan çekirdek sermaye oranı (core tier one ratio) asgari %4.5 olacak. Ama bu da yetmiyor, %7 olması arzu ediliyor. %7’nin altında kalanlar, temettü ve prim dağıtamamak gibi yaptırımlara maruz kalacak.  %7 olarak öngörülen oranın ekonomik şartlara göre %9.5’a yükseltilmesi de sözkonusu ama henüz taslak aşamasında. Zaten uygulama –bu konuda en sıkıntılı ülke olan Almanya’nın yoğun itirazları ile – 2013’de başlayacak ve uyum süresi 2019’a kadar uzatılmış durumda. Almanya’nın -belki de Avrupa adına- itirazlarının ardında bu kararların hemen uygulanması halinde büyümeye darbe vurması ve istihdamı etkilemesinden duyulan endişeler yatıyor.

Bu tür sermaye oranlarını yükseltme uygulamaları ülkemizde de yapıldı ve ilk safhada bankalar sermayelerini artırmada zorluk çektikleri için bilançoları daraltma, kredileri kısma, varlıkları satma vb. tedbirleri ile oluşan daralma yaşandı. Uygulamanın zamana yayılması bunun salgın etkisini azaltır. Ancak bazı bankalar –burada Avrupanın devlet bankaları ön planda- ilk aşamada uymaları gereken oranların da uzağında olduğu için münferit sıkıntılar yaşanacaktır.

Alman devlet bankalarının kredileri kısması gayrımenkul piyasalarına darbe vurabilir. Devletin sermaye artırması daha olası bir çözüm. Bununla beraber Avrupa’da banka birleşmeleri gündeme gelebilir.

Türkiye’ye etkisi doğrudan değil dolaylı olacaktır. Avrupa bankalarının fonlama iştahının kesilmesine yol açacağı için kendini o bankalardan fonlayan Türk bankalarının “ayak değiştirmeleri” gerekebilir. Bilhassa, yatırım finansmanı ve kamu projelerinin finansmanı konularına özel daralma yaşanabilir.

Global bankalar için ek düzenlemeler de bekleniyor. Onlar da belli olduktan sonra durumu tekrar değerlendirmek gerekebilir.

Bence, Basel III bu yaşadığımız kriz  boyutları açısından bankacılık sistemini yeniden yapılanmaya zorlayan bir paket olmadı ama krizden bu yana bankacılık ile ilgili alınan kararların en reformist olanı. Önemi oranlardan ziyade sistemin patronlarının kararlılık içinde beraberce hareket ettiklerini göstermek olacak. Zaten piyasalar da bunu çok iyi karşıladı ve dün nerdeyse tüm banka hisselerinin değeri arttı.

Sıcağı sıcağına bu kadar. Bu konuyu takip etmeye ve yazmaya devam edeceğim. İyi haftalar.