Uzun Vadeli Planlama ve GSM ihalesi


Globus Mayıs 2000

Uzun vadeli planlama ve bütçe çoğu zaman biribirine karıştırılır. Tam rekabet şartlarında çalışan bir şirket için bütçe ne kadar gerekliyse, uzun vadeli planlama da o kadar gereksizdir. Monopoller veya karteller için ise durum tam tersidir. Onların uzun vadeli planlama yapması şart olup, bütçeleri olmasa da olur. Çünkü, uzun vadeli planı rakibinizle beraber hazırlamıyorsanız vakit ve efor kaybından başka bir şey getirmez.

Hissedarı veya yöneticisi olduğum bir şirketin bütçesi bana çok şey ifade eder. Önümüzdeki bir yıl içinde ne tür faaliyetlerden ne kadar gelir edileceği ve bunları elde etmek için ne gibi masraf yapılacağını görürüm. Bütçenin kredibilitesi, hazırlayan kişinin veya ekibin geçmiş icraatlarıyla artar veya azalır.

Teknoloji alanında uzun vadeli planlardan ise hep ürkmüşümdür. Çok basit bir sebepten…. Uzun vadeli plan yapmak için geleceği tahmin etmek gerekir oysa geleceği tahmin etmek mümkün değildir!

1899 yılında ABD Patent Bürosu Başkanı Charles Duell’in “icat edilecek her şey icat edilmiş bulunuyor” dediğinden bu yana neler icat edildi bir düşünün. Yeni bir icat olmayacağına göre plan yapabilir miyiz? Yaparsak ne kadar yanılırız?

O kadar gerilere gitmeyelim, henüz 1977 yılında Digital’ın Başkanı Ken Olsen’in “herkesin evinde bir bilgisayar olması için bir sebep göremiyorum” dediğini düşünürsek, bu varsayımlara dayanarak yönetilen şirketlerin neden zor durumlara düştüklerini veya yok olduklarını (Digital, Compaq tarafından yutuldu) rahatlıkla anlayabiliriz.

Yüksek teknoloji alanında uzun vadeli planlara karşı olmak tamamen stratejik bir yaklaşımdır. Uzun vadeli yatırımların önemli bir kısmının henüz fiziki ömürleri dolmadan ekonomik fizibilitelerini yitirdiğini görmüyor muyuz? Chip teknolojisinde yenilenme süresini 18 ay olarak tespit eden Moore kanununu endüstrinin geneline yaymamız gerekirse azami 48 aylık bir süreden bahsedebiliriz.

Günümüzde yüksek teknoloji alanında yapılan yatırımların net bugünkü değer analizinde iskonto oranı olarak %60-70, aynı şekilde konvansiyonel yatırımlar için de %25-30 değerleri kullanılıyor. %8-10 oranları ile fizibilite yaparak batan o kadar çok şirket var ki, “maymun’un  gözü açıldı”.

Uzun vadeli planlar gereksizdir demek “başını devekuşu gibi kumun altına sok ve bekle” demek değildir, elbette. Trendleri tespit etmek ve takip etmek sürekli ve önemli bir gündem maddesi olmalıdır.

Nüfus artış hızını, çalışanların nüfus içindeki oranının artışını, çalışan nüfus içinde kadınların oranının artışını gözlemleyip, ambalajlı gıda ve soğutucu alanında yatırım yapanlar yanılmadılar. Ayrıca toplumsal yapıyı da iyi gözlemledikleri için tuzağa düşüp, “ısıt-ye” türünden hazır yemek ve mikrodalga fırın projelerine de fazla para kaptırmadılar. Ne de olsa Türk kadının görev tanımı içersinde lezzetli ve sağlıklı yemek yapmak hala birinci sıradaki yerini koruyor.

Ancak yine de çok dikkatli olunmalı. 1980’lerde başlayıp 1990’lara taşan “kırmızı et out, beyaz et in” sloganını trend yakalama noktası olarak görüp hesap yapanlar çok yanıldı. Çünkü, kırmızı et hala favorimiz (sadece Türklerin değil tüm dünyanın).

“Trend yakaladım” zannetmek kadar “tarih tekerrürden ibarettir” diye beklemek de hüsranla sonuçlanabilir. Mor renkli angora kazaklar bir daha ne zaman moda olur dersiniz?

Geleceği tahmin etmek kadar, yeni bir ürün için pazar araştırması yapmak da son derece zor ve anlamsızdır. Geçenlerde ABD’de  fax makinası üretilmediğini okuduğumda çok şaşırdım. Çünkü bu ürünün teknoloji, tasarım ve geliştirmesi hep ABD’li firmalar tarafından yapılmıştı. Yapılmıştı ama bu koca şirketler uzun vadeli planlarına esas olmak üzere bir pazar araştırması yaptırmışlar. Sokaktaki insana şu soruyu sormuşlar: “postaneden 25 cent ödeyerek yollayacağınız bir mektubu, 1500$ alarak telefonununuza bağlayacağınız bir aksesuardan sayfası 1$ maliyetle yollamak istermiydiniz?”. Tahmin etiiğiniz gibi cevap “hayır” olmuş ve seri üretime geçmekten vazgeçip pazarı Japon rakiplerine bırakmışlar.

1990’lı yıllara girerken cep telefonu aygıtı 1000 dolara satılıyor ve SIM kartı da yaklaşık 500 dolara geliyordu. Yapılan araştırmalarda bu şartlarda toplam 300 bin abone sağlanacağı düşünülüyordu. 1993 yılında 500 milyon dolar lisans anlaşması bedeli konduğunda toplam on yıllık talebin 1.2 milyon adet olacağı ve bunun iki şirket arasında paylaşılacağı düşünülüyordu. Bu nedenle de 500 milyon dolar lisans bedeli iç ve dış yatırımcılar tarafından çok yüksek bulunuyordu. Hikayenin gerisini beraber izledik.  2000 yılı sonunda 12 milyon abone rakamına gelinmiş olacak. 1990’larda vazgeçenler kısa zamanda yanıldıklarını itiraf ettiler. 2000’de hesabı tutturamadıkları için ihaleden çekilenler (yerli ve yabancı)  bakalım ne zaman hayıflanmaya başlayacaklar?

Hilmi Güvenal


Yorum bırakın